Type Here to Get Search Results !

The Last Dance | Burak TORÇUK


"Kazanmanın bir bedeli var."

19 Nisan’da ilk 2 bölümünün yayınlanmasının ardından her hafta merakla beklenen, 2’şer bölüm halinde Pazartesi günleri yayınlanan 10 bölümlük belgesel serisi “The Last Dance” 18 Mayıs itibariyle yayınlanan 9 ve 10.bölümle birlikte son buldu…

The Last Dance’in sona ermesiyle beraber biz de bir şeyler yazıp çizmeyi kendimize borç bildik…


Aslında Amerikan kanalı ESPN’in  tek bölüm çekmeyi düşündüğü ve belgeselin de yalnızca 97-98’ sezonunu içereceği planlanmıştı. Akabinde fikir değişikliğine gidildi. Kimilerine göre tarihin en iyi spor takımı olan “Chicago Bulls hanedanlığının” 80’lerin sonu ve 90’ların tümü boyunca ele alınacağı netleşti. Bu durum izleyiciyi iyice meraklandırırken bu yapımın altından bütünüyle kalkabilecek bir kurum varsa o da inanılmaz bir spor arşivine sahip olan ESPN olacaktı.

The Last Dance, yalnızca Bulls’u takip eden özel ekibin çekmiş olduğu 500 saatlik özel görüntülerle birlikte geçmiş yıllardaki çeşitli kanallardan, radyolardan derlenmiş toplamda 10 bin saatlik görüntü arşivinin ürünü.

80’lerin sonundan günümüzü baz alırsak üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmiş olmasına rağmen saha içi/saha dışı bu denli harika görüntülerin bulunup belgesel kurgusuna kusursuzca yerleştirilmesi takdire şayan.

Belgesel, kazanılan 6 şampiyonluktan, Jordan’ın kendi yaşadıklarından, Pippen’ın kontrat durumundan, Bulls organizasyonunda Jerry Krause-Jerry Reinsdorf-Phil Jackson üçgeninde yaşananlardan,  Phil Jackson’ın başarıyı getiren psikolojik yaklaşımından, Rodman’ın çılgınlıklarından, Toni Kukoc’tan, Steve Kerr’den, “Flu Game’den” “Father’s day championship without his father”’dan, “The shot’dan”  ve takımın dağılışından bahsederken, o yıllarda pek bilinmeyen, cevapsız kalmış sorulara da yanıt bulmuş, basketbol meraklıları için o altın yılların arka planına ışık tutmuş. The Last Dance, yönetmen Jason Hehir ve ESPN tarafından “Daha önce hiçbir yerde görmediğiniz görüntüler” şeklinde servis ediliyor ve gerçekten de sizi alıp 80’lerin sonuna / 90’lı yıllara götürüyor. –o günleri hiç yaşamasanız bile.-


Bazı dizi ve filmlerde sıkça rastladığımız kronolojiden kopup “flashbacklerle” kurguyu ele alma işi kimi zaman izlerken kafa karıştırsa da belgeselde bu işin altından rahatça kalkılmış.

Görsellik ve işleyiş öylesine kusursuz ki 90’larda olmuş bitmiş bir basketbol müsabakasının sonucunu esasında tek tıkla  öğreneceğinizi bilmenize rağmen tuhaf bir merak uyandırıyor. Görülen o ki, o dönemleri yaşamış birçok izleyiciyi dahi sanki o olay hiç yaşanmamışcasına  “acaba Detroit Bad Boys’u alt edebilecekler mi?  Pacers’ı geçebilecekler mi?” diye düşündürmuyor değil.


Her ne kadar Jordan bireysel olarak takım sporlarının belki de en dominant figürü olsa da neticesinde yine bir takım oyuncusuydu. Dolayısıyla Scottie Pippen’ın, Dennis Rodman’ın, Steve Kerr’ün, John Paxson’ın, Toni Kukoc’un, Horace Grant’in hatta NBA’in kimilerince gelmiş geçmiş en iyi koçu Phil Jackson’ın ve takım sahibi Jerry Reinsdorf’un gözünden de yaşananların abartıya kaçmaksızın işlenmesiyle beraber yalnızca bir kişiye odaklanmaksızın bütünüyle Chicago Bulls organizasyonunun destansı hikayesine yakışır bir belgesel olmuş diyebiliriz.

Asıl mesleğiniz senaristlik olsa ve bir hikaye yazacak olsanız ancak bu kadar spektaküler bir şey ortaya çıkarabilirdiniz. Daha spektaküler olansa yaşananların tümüyle gerçek olmasıydı.
 

Pek çok otoriteye göre tarihin en iyi spor belgeseli olarak kabul edildi bile. Konuya pek fazla hakim olmayanlar ve spor belgesellerine ilgisi olmayanlar için dahi son derece etkileyici, sıkılmadan takip edilecek bir yapım olduğu konusunda fikir belirtebilirim. Zira belgeselde günlük yaşantınızdan iş hayatınıza, girmiş ya da girecek olduğunuz sınavlardan karşılaşacağınız zorluklara kadar kendinize pay çıkaracağınız ince nüanslar da mevcut.



Ve evet, Micheal Jordan. Basketbolla hatta ve hatta sporla en ufak bir ilgisi olmayan biri dahi bu isme aşinadır.  Yine sporla en ufak ilgisi olmayan insanlar bile onun azminden, kararlılığından ve kazanma hırsından haberdardır. Bu onun sporcu kimliğinden ziyade motivasyonel bir figür olarak görülmesiyle de alakalı diyebiliriz.  Ondan binlerce kilometre uzakta Türkiye’den bir çocuk olarak beni, ya da dünyanın öbür ucundaki insanları yalnızca yükseğe sıçrayıp, başarılı şutlar atarak etkileyemezsiniz. Elbette bunlardan da etkilenecek insanlar vardır lakin o zaman yalnızca bir “basketbolcu” olurdunuz.  Basketbolcu olsun ya da olmasın birçok insanın kendi alanında başarıya ulaşma isteğine “mentor” olabilecek seviyeye gelince Michael Jordan oluyorsunuz.


”Kariyerim boyunca 9000'den fazla başarısız atış yaptım, 300'den fazla oyun kaybettim, 26 kez oyun kazandıracak atışı ıskaladım. Çabaladıkça başarısız oldum, başarısız oldukça çabaladım. İşte başarımın sırrı...”




Jordan’ın “zorbalık seviyesinde” takım arkadaşlarını zorlamak isteyişi, kimilerine göre tepki çekse de onun yöntemi buydu. Başarının gelmesinin onu ne kadar çok istediğinle alakalı olduğunu ziyadesiyle bilen biri olduğundan çevresindekileri de buna inandırıyor olması bugün sonuç itibariyle “efsane” olarak anılmasında büyük etken. Henüz 20 yaşında lige yeni adım atmış bir genç olarak koyduğu hedef hiç şampiyonluk kazanmamış ve kimsenin umursamadığı Chicago Bulls’u NBA’in demirbaşları “Lakers, Celtics, 76ers seviyesine” çıkarmaktı, yaptı da. Her ne kadar mobbing düşmanı olsam da böyle bir yöntem izlemeseydi ne Bulls bugünkü Bulls olurdu, ne de MJ bugünkü MJ. Kesin ve net.


Kazanmanın bir bedeli var. Liderliğin de öyle. İnsanları çekilmek istemediklerinde çektim. meydan okunmasını istemediklerinde meydan okudum. Ben o hakkı kazandım. Çünkü benden sonra gelen takım arkadaşlarım yüzleştiğim zorlukları yaşamadılar. Takıma katıldıysan benim oynadığım standartta oynarsın, daha azını kabul etmezdim. Bunun için seni huzursuz mu etmem gerekiyor? O zaman ederim. Tüm takım arkadaşlarıma sorun, Michael Jordan onlardan kendisinin de yapmadığı hiçbir şeyi istememiştir. İnsanlar bunu izleyince diyecek ki "iyi biri değilmiş, despotmuş” Öyle sanarsın çünkü hiçbir şey kazanmadın. Kazanmayı da istedim, onlar kazanırken parçası olmayı da. Bunu yapmak zorunda değilim, yapıyorum çünkü ben buyum. Oyunu böyle oynuyorum. Benim zihniyetim buydu. Sen öyle oynamak istemiyorsan, oynama o zaman.”

Kobe Bryant adına bir parantez açmak istedim. Yaş itibariyle benim gibi Jordan’a yetişemeyenler muhtemelen Kobe’yle büyümüş, yine onun “Mamba Mentalitesini” kendine örnek almış ve Jordan üzerinden bahsettiğim motivasyonel figür 2000lerin sonuna doğru Kobe olmuştu. Kobe, belgeselde Jordan için şöyle diyor:

“Benim size verdiklerimin hepsi ondan bana miras kaldı. Michael olmasa 5 şampiyonluk yaşamazdım."








Bir parantez de Netflix çevirmenine açmadan etmeyelim... Tamam olabilir, basketbol terminolojisine hakim olamayabilirsin…  Ama bi’ sor soruştur ağabeyim gözünü seveyim… Türkçe basketbol tabiriyle 3 numara pozisyonunda oynayan Pippen için Jordan‘ın small forward demesini de “küçük hücum” diye çevirmezsin ya… Ya da trash talk’ı çöp konuşma diye… good fake’i harika aldatmaca diye… Bırak abi fake kalsın orası terminoloji o zaten… Harika aldatmaca, Küçük hücum, Çöp konuşma… Mini-dizi izlerken kendimizi Türk pembe dizi terminolojisinde bulduk ansızın…

Ufak tefek şeyler karaladık elbette ama böyle bir yazının finalini yapmak da bana düşmeyecekti. Son sözleri Majestelerine bırakıyorum:

“Geçmişe baktığımda Kuzey Carolina, Wilmington’dan hiç gitmediğim Chicago’ya gelip, buranın yuvam ve geçmişimin bir parçası olması çok tatminkar. Basketbola karşı sahadaki tutkum bulaşıcı olmalıydı, öyle oynamaya çalışıyordum, onlar için de oynadım. Umut etmekle başladım. Önce umut. Boktan bir takımken gelmiş geçmiş en mükemmel hanedanlıklardan birine dönüştük.”


“Ortalığı yangın yerine çevirmek için tek ihtiyacınız ufak bir kibrit.”



 BURAK TORÇUK



 


Tags

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Yorum yapmayı unutmayın.