Büyüklerimiz hep derdi…
“Ne zaman ki şu televizyonlar, telefonlar meydana çıktı; o zaman mertlik bozuldu. Eski muhabbetleri arar olduk.” diye.
Günlük hayatımızda yer etmiş klişelerden biri evet.
“Okulu ne yaptın?” “Sevgilin var mı?” “Ne zaman
evleneceksin, yaşın 30 oldu!” “Memur olun yeğenim memuriyette huzur var.” ve daha niceleri gibi.
Toplum psikolojisinde bir gelenek sonucunda normlara sahip olmuş, klişe diye tabir ettiğimiz bu kalıpların oluşması uzun yıllar alıyor. Doğru veya yanlış, iyi veya kötü bu kalıplar toplumu oluşturan her bireyin zihnine bir ok gibi saplanıyor ve bu oku çıkarmak imkansıza denk gibi geliyor.
Esasında o imkansızmış gibi gelen kalıbı aşmak empati dediğimiz, teoride dilimize Fransızcadan yerleşen yabancı kökenli bir kelimeden geçiyor. Kelimenin kökeni yabancı olduğu gibi toplumun belirli kesimi de pratikte empatiye yabancı olabiliyor. Hele ki günümüzün sömürü egemen toplumlarında bu durumun geçici olduğuna dair umudu olan birçok insanın dahi her geçen gün umudu tükeniyorken bu ok nereye kadar saplanacak, açıkçası ben de merak içerisindeyim.
Birazcık anarşist zırvalardan sonra sadede gelmek gerekli elbette… Bahsini edeceğim konudan ben de mustaribim desem yalan söylemiş olmam.
Girizgahı yaparken ufak bir ön izleme verdiğim üzere gelişen teknoloji her geçen gün hayatımızda daha büyük yer ediniyor. Pek tabii beraberinde getirdiği bağımlılık da öyle.
Toplum psikolojisinde bir gelenek sonucunda normlara sahip olmuş, klişe diye tabir ettiğimiz bu kalıpların oluşması uzun yıllar alıyor. Doğru veya yanlış, iyi veya kötü bu kalıplar toplumu oluşturan her bireyin zihnine bir ok gibi saplanıyor ve bu oku çıkarmak imkansıza denk gibi geliyor.
Esasında o imkansızmış gibi gelen kalıbı aşmak empati dediğimiz, teoride dilimize Fransızcadan yerleşen yabancı kökenli bir kelimeden geçiyor. Kelimenin kökeni yabancı olduğu gibi toplumun belirli kesimi de pratikte empatiye yabancı olabiliyor. Hele ki günümüzün sömürü egemen toplumlarında bu durumun geçici olduğuna dair umudu olan birçok insanın dahi her geçen gün umudu tükeniyorken bu ok nereye kadar saplanacak, açıkçası ben de merak içerisindeyim.
Birazcık anarşist zırvalardan sonra sadede gelmek gerekli elbette… Bahsini edeceğim konudan ben de mustaribim desem yalan söylemiş olmam.
Girizgahı yaparken ufak bir ön izleme verdiğim üzere gelişen teknoloji her geçen gün hayatımızda daha büyük yer ediniyor. Pek tabii beraberinde getirdiği bağımlılık da öyle.
Benim bu konuyu somut örneklerle açıklamama gerek dahi
yok aslında, şuan okuduğunuz yazıdan kafanızı kaldırıp etrafınıza baktığınızda
olan biteni bizzat görüyor olacaksınız.
Yanlış anlaşılmasın, teknolojiye karşı gelmek değil bu. O kadar uçuk önermeler ortaya atacak değilim. Bu yazıyı bilgisayar klavyesinden yazıyorum…
Lakin harika bir tren yolculuğunun büyüleyici manzarasının gerek bireysel, gerek toplumsal olarak eskisinden çok daha farklı yansımaları olabiliyor.
Anın keyfini sürmekten, “en çok like alma” kaygısına uzanan bir “yolculuk” bu.
Yanlış anlaşılmasın, teknolojiye karşı gelmek değil bu. O kadar uçuk önermeler ortaya atacak değilim. Bu yazıyı bilgisayar klavyesinden yazıyorum…
Lakin harika bir tren yolculuğunun büyüleyici manzarasının gerek bireysel, gerek toplumsal olarak eskisinden çok daha farklı yansımaları olabiliyor.
Anın keyfini sürmekten, “en çok like alma” kaygısına uzanan bir “yolculuk” bu.
Bazen
öylesine mide bulandırıcı ki bu vatan için canını gözünü kırpmadan feda etmiş
yiğit bir delikanlının cenazesinde dahi o dikdörtgen ekranın bağımlılığı
içerisine tıkılıp kalan pek çok insan.
Son “yolculuk”.
Son “yolculuk”.
Zaman,
her ne kadar izafi bir kavram olsa da günden güne toplumun her bir bireyini
değiştirmesi izafiyeti karıştırmaksızın son derece belirgin.
Başta bahsettiğim birkaç klişe cümle vardı… Hepimizin her misafirlikte duyduğu. Kötü niyetli olmasa bile rahatsız edici olduğuna hemfikiriz sanırım.
Fakat “Ne zaman ki şu televizyonlar, telefonlar meydana çıktı; o zaman mertlik bozuldu. Eski muhabbetleri arar olduk” cümle kalıbı kendi izafi zamanının insanları için pek de haksız sayılmaz gibi.
Okurken, “sen de amma abarttın, evine 3 gün elektrik gitmese kriz geçirirsin.” “sanki sen çok farklısın.” “Bırak abi football manager oynuyorsun yıllardır!” dediğinizi duyar gibiyim…
Başta bahsettiğim birkaç klişe cümle vardı… Hepimizin her misafirlikte duyduğu. Kötü niyetli olmasa bile rahatsız edici olduğuna hemfikiriz sanırım.
Fakat “Ne zaman ki şu televizyonlar, telefonlar meydana çıktı; o zaman mertlik bozuldu. Eski muhabbetleri arar olduk” cümle kalıbı kendi izafi zamanının insanları için pek de haksız sayılmaz gibi.
Okurken, “sen de amma abarttın, evine 3 gün elektrik gitmese kriz geçirirsin.” “sanki sen çok farklısın.” “Bırak abi football manager oynuyorsun yıllardır!” dediğinizi duyar gibiyim…
Aranızda
Christopher McCandles’ın hikayesini duyan olmuştur. Jon Krauker tarafından
kaleme alınmış biyografik bir eser olan “Yabana Doğru” ve kitapla aynı adı taşıyan 2007 yapımı “Into
the Wild” filminde karşımıza çıkan McCandles, 22 yıl devam ettirdiği
yaşantısını geride bırakıp doğaya doğru yola çıkıyor, hayallerinin peşinden
koşmaya karar veriyor. Jon Krauker’ın kitapta McCandles’ı ele alırken kullandığı
cümlelerse son derece çarpıcı:
“Birçok insan mutsuz koşullarda yaşıyor ancak bu durumu değiştirmek için gerekli sorumluluğu alamıyorlar. Kendi şartlandırılmış yaşantılarından, konfor alanlarının dışına çıkmaktan korkuyorlar –ki bu onları güvende hissettirebilir-. Ama gerçekte hiçbir şey kendini tekrar etmeye başlayan insandan daha tehlikeli değildir. İnsanın yaşam sevincinin özü maceraya olan tutkusudur. Yaşam sevinci yeni deneyimlerle karşılaştığımız şeylerden gelir ve bu nedenle her gün değişen ufka, farklı güneşe sahip olmaktan daha büyük bir sevinç yoktur.”
Kimilerine göre aptalın tekiydi, kimilerine göre günümüzün materyalist toplumunun üzerine bu denli keskin bir çizgi çekerek reddetmiş ender kişilerdendi.
Bu “teknolojik” toplumu reddetmek bir tür intihar mıydı?
Vahşi doğada nasıl yaşayacaktı?
Yoksa insanlara keyfini sürecekleri yeni bir kapı mı açmıştı?
“Birçok insan mutsuz koşullarda yaşıyor ancak bu durumu değiştirmek için gerekli sorumluluğu alamıyorlar. Kendi şartlandırılmış yaşantılarından, konfor alanlarının dışına çıkmaktan korkuyorlar –ki bu onları güvende hissettirebilir-. Ama gerçekte hiçbir şey kendini tekrar etmeye başlayan insandan daha tehlikeli değildir. İnsanın yaşam sevincinin özü maceraya olan tutkusudur. Yaşam sevinci yeni deneyimlerle karşılaştığımız şeylerden gelir ve bu nedenle her gün değişen ufka, farklı güneşe sahip olmaktan daha büyük bir sevinç yoktur.”
Kimilerine göre aptalın tekiydi, kimilerine göre günümüzün materyalist toplumunun üzerine bu denli keskin bir çizgi çekerek reddetmiş ender kişilerdendi.
Bu “teknolojik” toplumu reddetmek bir tür intihar mıydı?
Vahşi doğada nasıl yaşayacaktı?
Yoksa insanlara keyfini sürecekleri yeni bir kapı mı açmıştı?
İnsan
doğası gereği sosyal bir varlık. Bu nedenle kendini ifade etme, iletişim kurma,
spor yapma, yeni bilgiler öğrenme, yeni yerler görme isteği hep bâkî.
Günlerdir dört duvar arasındayken izole edilmiş sosyallik adına telefona, televizyona, bilgisayara, filme, diziye sarıldık.
Maalesef günden güne büsbütün yaşantımız “klişeleşmekteyken” bugünlerde yanımızda uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurabileceğimiz bir telefon olmaması, kendimi bir nebze olsun ifade etme isteğiyle bu yazıyı yazarken bir bilgisayarımın olmaması, yeni bilgiler öğrenme isteği gereğince yine bir şekilde devam eden uzaktan eğitim için gerekli teknolojinin olmaması, yeni yerler keşfetme merakımı giderecek film, dizi, belgesel hatta ve hatta dünyadan haberdar olmak adına bir televizyonumun olmaması çok acı olabilirdi.
Dogmatizm o kadar da korkunç değil sanki.
Asıl korkunç olan dogmatizmi, klişeleri, tekdüzelikleri bize bu denli sempatik gösteren kapitalist düzen olabilir mi?
Toplum olarak gerçek hayatı ıskalıyor muyuz?
Yoksa tüm bu mevzubahis bir gereklilik mi?
Daha fazla kafa şişirmeden tercihi size bırakıyorum.
Günlerdir dört duvar arasındayken izole edilmiş sosyallik adına telefona, televizyona, bilgisayara, filme, diziye sarıldık.
Maalesef günden güne büsbütün yaşantımız “klişeleşmekteyken” bugünlerde yanımızda uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurabileceğimiz bir telefon olmaması, kendimi bir nebze olsun ifade etme isteğiyle bu yazıyı yazarken bir bilgisayarımın olmaması, yeni bilgiler öğrenme isteği gereğince yine bir şekilde devam eden uzaktan eğitim için gerekli teknolojinin olmaması, yeni yerler keşfetme merakımı giderecek film, dizi, belgesel hatta ve hatta dünyadan haberdar olmak adına bir televizyonumun olmaması çok acı olabilirdi.
Dogmatizm o kadar da korkunç değil sanki.
Asıl korkunç olan dogmatizmi, klişeleri, tekdüzelikleri bize bu denli sempatik gösteren kapitalist düzen olabilir mi?
Toplum olarak gerçek hayatı ıskalıyor muyuz?
Yoksa tüm bu mevzubahis bir gereklilik mi?
Daha fazla kafa şişirmeden tercihi size bırakıyorum.
BURAK TORÇUK |