Güneşin tepede olduğu vakitlerde, gününün
en aydınlık saatlerinde düşünmek bir fiil olmazdı bana. Ne zamanki güneş batar
bir serinlik çöker akşamlara, açık olan pencere beyaz tül perdeyle dans eder,
işte o zamanlar başlardı benim vakitlerim. Tatlı esinti odamın penceresinden
içeri girer de yanmakta olan karanfilden bir kül düşürür yere. Ben o vakitlerde
anlardım artık bir şeylere karar vermem gerektiğini. Zorlama bir kalıpla bir
şeyler yazmak hiçbir zaman tercihim olmamıştı, hiçbir zaman sevmemiştim de basma
kalıp sözler üzerinde dolaşmayı. Düşünmeden konuşmak gibi sadece hislerimi
yazmak daha kolay olmuştu debelenirken kendi çıkmazlarımda. Zamanın geçiyor
oluşunu anlamam bir sabah aynada saç sakal karışmış halime bakmamla
hallolmuştu.
Yatağımda uzanmak, günün yorgunluğunu atmak varken ben tahminen suntayla yapılmış bir masanın karşında bilinmeyen soruları çekiyorum kumbaramdan. Önümde duran bir kitap var. Yazarın yazarken yorgun düştüğü satır aralarına yansıyor. Kim bilebilirdi yıllar sonra okuyan bir gencin de her açtığında yorgun düşeceğini. Önümde duran bir defter var. Kapağında Barış abi. Bana acı bir gülüşle bakıyor. "Unutma ki dünya baki" dediğini duyuyorum. Duyuyorum, tamam. Düşünüyorum, tamam. İlham, tamam. Peri, tamam. Peki yazmak? Yazmak neresinde duracak mürekkebi zaman olan kalemimde? Yazmak zül geliyor. Anlatmak, daha doğrusu anlatmaya çalışmak zül geliyor.
"Bu çizgi sınır, bunu geçersen kazanırsın." Geçmeye çalışıyorum, koşuyorum. "Bu çizgi sınır!" sırtımda kan ter, gömleğim suya düşmüş gibi, tomurcuklar düşüyor alnımdan göğsüme, ayaklarım birbirine çarpıyor, ayaklarım yorulmuş da yere sürüyor, yerden toprak öteliyor beriye, şakaklarım kan dolmuş patlayacak, koşuyorum. "Bu çizgi sınır!" kan ter içindeyim, tepede yakıyor güneş tüm zapt edilmiş tutsakları, koşuyorum, koşuyorum.
"Bu çizgi sınır!"...
Bazen neyin savaşını verdiğimi bile bilmiyorum. Yazdıklarımı, adada mahsur kalmış birinin yardım gelecek umuduyla her gece karanlığa yaktığı fenere benzetiyorum. Karanlığın içinde kayboluyor söylediklerim. Neyi umut ettiğimi bile bilmiyorum esasen. Kurduğum cümlelerin, yazdığım yazıların birçoğu anlatım bozukluğu içeriyor. Çünkü o kadar umursuyorum ki sonucu, gidiş yolunu seçemiyorum. Sabah uyandığımda gördüklerimin, rüya mıydı yoksa gerçek miydi ikileminde kaldığım günlerden beri kendimle kavgalıyım. Bir keresinde yine, yazmaya dalıp kahvemi soğuttuğum günlerden birinde, kötü biri olduğuma karar vermiştim.
''...ben kötü biriyim!
ben kötü biriyim bundandır belki de
tüm anılar bir mağlubiyet anlaşması bana
bundandır çektiğim zulüm.'' *
Kötü çocuk maskesi takıp film aktörü edasıyla ''ben kötüyüm, böyleyim, savurganım'' demek istemiyorum. Savurgan olsaydım eğer savunmazdım seni kendime karşı. Başlatmazdım her aynaya baktığımda bu savaşı. Başlatmazdım ve utanmazdım kendimden. Kötülüğüm tartışmaya açıkken utanmam gerektiği tartışmaya açık değil. Takvimden harcadığım günlerden, sümbül uğruna harcanan demetlerden, duman dolan ciğerlerimden ve anılar uğruna sırt çevirdiğim semtlerden utanıyorum. Çünkü kulağımda hep aynı ses “benden sonra da yaşayacaksın” ve ben esasında o sese ihanetten utanıyorum. Utanmama hiçbir zaman acizlik olarak bakmadım. Aksine bu utanç içinde asillikle küstüm kendime. Gönül köşküne vurduğum kilidi en büyük okyanusun, en derin noktasına fırlattım ve hapsettim kendimi en parmaklıklı zindanlara.
Yatağımda uzanmak, günün yorgunluğunu atmak varken ben tahminen suntayla yapılmış bir masanın karşında bilinmeyen soruları çekiyorum kumbaramdan. Önümde duran bir kitap var. Yazarın yazarken yorgun düştüğü satır aralarına yansıyor. Kim bilebilirdi yıllar sonra okuyan bir gencin de her açtığında yorgun düşeceğini. Önümde duran bir defter var. Kapağında Barış abi. Bana acı bir gülüşle bakıyor. "Unutma ki dünya baki" dediğini duyuyorum. Duyuyorum, tamam. Düşünüyorum, tamam. İlham, tamam. Peri, tamam. Peki yazmak? Yazmak neresinde duracak mürekkebi zaman olan kalemimde? Yazmak zül geliyor. Anlatmak, daha doğrusu anlatmaya çalışmak zül geliyor.
"Bu çizgi sınır, bunu geçersen kazanırsın." Geçmeye çalışıyorum, koşuyorum. "Bu çizgi sınır!" sırtımda kan ter, gömleğim suya düşmüş gibi, tomurcuklar düşüyor alnımdan göğsüme, ayaklarım birbirine çarpıyor, ayaklarım yorulmuş da yere sürüyor, yerden toprak öteliyor beriye, şakaklarım kan dolmuş patlayacak, koşuyorum. "Bu çizgi sınır!" kan ter içindeyim, tepede yakıyor güneş tüm zapt edilmiş tutsakları, koşuyorum, koşuyorum.
"Bu çizgi sınır!"...
Bazen neyin savaşını verdiğimi bile bilmiyorum. Yazdıklarımı, adada mahsur kalmış birinin yardım gelecek umuduyla her gece karanlığa yaktığı fenere benzetiyorum. Karanlığın içinde kayboluyor söylediklerim. Neyi umut ettiğimi bile bilmiyorum esasen. Kurduğum cümlelerin, yazdığım yazıların birçoğu anlatım bozukluğu içeriyor. Çünkü o kadar umursuyorum ki sonucu, gidiş yolunu seçemiyorum. Sabah uyandığımda gördüklerimin, rüya mıydı yoksa gerçek miydi ikileminde kaldığım günlerden beri kendimle kavgalıyım. Bir keresinde yine, yazmaya dalıp kahvemi soğuttuğum günlerden birinde, kötü biri olduğuma karar vermiştim.
''...ben kötü biriyim!
ben kötü biriyim bundandır belki de
tüm anılar bir mağlubiyet anlaşması bana
bundandır çektiğim zulüm.'' *
Kötü çocuk maskesi takıp film aktörü edasıyla ''ben kötüyüm, böyleyim, savurganım'' demek istemiyorum. Savurgan olsaydım eğer savunmazdım seni kendime karşı. Başlatmazdım her aynaya baktığımda bu savaşı. Başlatmazdım ve utanmazdım kendimden. Kötülüğüm tartışmaya açıkken utanmam gerektiği tartışmaya açık değil. Takvimden harcadığım günlerden, sümbül uğruna harcanan demetlerden, duman dolan ciğerlerimden ve anılar uğruna sırt çevirdiğim semtlerden utanıyorum. Çünkü kulağımda hep aynı ses “benden sonra da yaşayacaksın” ve ben esasında o sese ihanetten utanıyorum. Utanmama hiçbir zaman acizlik olarak bakmadım. Aksine bu utanç içinde asillikle küstüm kendime. Gönül köşküne vurduğum kilidi en büyük okyanusun, en derin noktasına fırlattım ve hapsettim kendimi en parmaklıklı zindanlara.
Bu kadar geç saate kalmamalıydım. Duvarda
duran saatin çıkardığı sesler beynime balyoz gibi iniyor. Ritminden nefret
duyduğum bu sesleri dindirmek adına altta çalacak ufak bir şarkı açıyorum.
Zaman geçtikçe duyguların eksilmeyip üstüne eklediğini dinlediğim şarkıların
her seferinde daha anlamlı gelişiyle anlıyordum.
Bilmem kaçıncı ihanetti bu, bilmem
kaçıncı sesleniş. Kaçışın çift haneli yıllara dayanabilecek oluşundan aldığım
hüznü hiçbir şairin dizesinde bulamıyordum veyahut ağır hüzün kokan herhangi
bir filmin son sahnesinde de. Yaşadıklarımın gerçek oluşu hayal gücümün derin
gizlerine atılmış cezaydı sanki. Bir şeylere yeniden başlama düşüncesini ihanet
saymış olmalıydım kendime başka açıklaması olamazdı başarısızlıktan mutluluk
duymamım. Kendimle çelişiyorum. Uzun yıllardır kendimle çelişiyorum. Her sene-i
devriyesinde aynı mekanlarda olma arzusu ve geceleri yorgan altı öfkem kendiyle
çelişiyordu. Kimin ağlayıp kimin ağlamayışı bir kural kitabında mı yazılıydı? Bir
çizik görseydim eğer onlarca köprü kurardım.
Dört gözlü çekmecemin kilitli haznesinden
bir defter çıkardım, masamda duruyor. Defterleri sadece karalamak için değil
albüm gibi de kullanırım ben. Birçok yazı sonrasında aralara sıkıştırılmış
birçok resim. Deftere sığmayacak onlarca resim de hafızamda duruyor. Fotoğrafın
gözlerine dahi bakamıyor başımı yere eğiyorum. Onlarca resimden daha çok acı
veren şey ise rehberde adının yanında bir resmin olmayışı.
Ben ne bir şairim, ne de bir yazar. Böyle
bir haddi de hiçbir zaman görmedim kendimde. Kendimi bildiğimde güneşten
kararmış tenim ve dirseklerimde düşmekten kabuk bağlamış yaralarım vardı. Bugün
çatık kaşımın altına söyleyemediğim kelimeleri dolduruyorum sadece. Ben semtin
kum sahasında futbol oynayan, kaybettiği için değil yeterince mücadele edip
etmediğini düşündüğü için, bir rövanş olacak mı bilmediği için, gururundan
tekrarı teklif edemediği için, mağlubiyet sonrası gülmeyi kendine yasak sayan o
7 yaşındaki yumruğu sıkılı, gözyaşı içine akan, kaşları çatık kara çocuktum
hala…
Sözlerimin kâğıt israfı olup olmadığıyla
ilgili kendimle yeni bir savaş vermemek adına kulağıma sabah ezanı okumaya
başladığından Arif’in dizelerinde söndürüyorum artık lambamı…
“Dışarda gürül gürül akan bir dünya.
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar